afet is. (a:fet) 1. Çeşitli doğa olaylarının sebep olduğu yıkım:
O yıl su baskınları bir afet gibiydi. 2. Kıran. 3.
sf. mec. Çok kötü:
"Şöhret gibi servetin de afet olduğunu yeni anlıyordum." -R. N. Güntekin. 4.
mec. Güzelliği ile insanı şaşkına çeviren, aklını başından alan kadın:
"Gül yüzlü bir afetti ki her busesi lale." -Y. K. Beyatlı. 5.
tıp Hastalıkların dokularda yaptığı bozukluk.
çevre is. 1. Bir şeyin yakını, dolayı, etraf, periferi:
"Büyük kentlerin çevreleri gecekondularla sarılmıştır." -O. Rifat. 2. Kişinin içinde bulunduğu toplumu oluşturan ortam:
"Ayrıca ben, oldukça kapalı bir çevrede yetişmiştim." -A. Ağaoğlu. 3. Sırma işlemeli mendil:
"Geçen gün sandığı karıştırırken elime işlemeli çevreler geçti." -M. Yesari. 4.
mec. Aynı konu ile ilgisi bulunan kimselerin tümü, muhit:
Siyasi çevreler. Sanat çevresi. 5.
mec. Bir kimse ile ilişkisi bulunanlar, muhit:
"Babanın ve çevresinin var güçleri ile destekledikleri düşünülebilir." -H. Taner. 6.
db. Bir birimden önce veya sonra gelen aynı türden birimlerin tümü, bunların oluşturduğu küçük grup, kontekst. 7.
mat. Düzlem üzerindeki bir şekli sınırlayan çizgi. 8.
top. b. Hayatın gelişmesinde etkili olan doğal, toplumsal, kültürel dış faktörlerin bütünlüğü.
kenar is. 1. Bir şeyin, bir yerin bitiş kısmı veya yakını, kıyı, yaka:
"O sırada karşı taraçadaki kadın elinde pirinç tası olduğu hâlde taraçanın kenarına kadar geldi." -O. V. Kanık. 2. Bir şeyi çevreleyen çizgi. 3. Pervaz, çizgi, antika, baskı vb. çevre süsleri:
Bu mendilin kenarı ötekinden daha sade. 4. Merkezden uzak olan, kuytu, ıssız, sapa, tenha yer:
"Ağır, ihtiyar misafirler kenarda bir odadan çıktılar." -M. Ş. Esendal. 5. Yan. 6.
mat. Bir biçimi sınırlayan çizgilerden her biri:
Bir üçgenin kenarları. kıyı is. 1. Kara ile suyun birleştiği yer:
"Kandilli akıntısını geçiyoruz. İşte Küçüksu kasrı, kıyıda bembeyaz gülüyor." -Y. Z. Ortaç. 2. Kenar, periferi. 3.
den. Sahil:
"Karşıki kıyıda yün denkleri çıkaran gemiye haykırdık, işaretler ettik." -R. H. Karay. 4.
mec. Issız, tenha yer.
ölet is. hlk. Öldürücü hastalık salgını, kıran.
tepe is. 1. Bir şeyin en üstteki bölümü:
"Pencere önünde dimdik durmuş, kocaman ağaçların tepesine bakıyordunuz." -S. F. Abasıyanık. 2. Bir yerin, bir nesnenin vb.nin üstü, hizası:
"Ekşisu'da trenden indikleri sırada güneş tam tepelerindeydi." -N. Cumalı. 3.
tkz. Birinin yanı başı, baş ucu:
Tepemde durup canımı sıktı. 4.
anat. Başın üst, kafatasının iki kulak arasında kalan bölümü:
"Güneş sanki yalnız sizin tepenize ışık ve sıcaklık aksettirmeye çalışıyor." -R. H. Karay. 5.
coğ. Yüksekliği genellikle birkaç yüz metreyi geçmeyen, çok kez tek başına, yamaçları yatık yer biçimi:
"Derenin sağ tarafına yükselen tepenin yamaçları daha hafif eğimli, daha genişti." -N. Cumalı. 6.
mat. Çokgende veya çok yüzlüde köşelerden her biri. 7.
mat. İkizkenar bir üçgende eşit kenarların kesişme noktası. 8.
mat. Bakışım ekseni bulunan bir eğrinin veya yüzeyin bu eksenle kesişme noktalarından her biri.
uç is. 1. Genellikle uzun bir nesnenin incelerek biten son ve sivri noktası:
"Bu resmin iki gözü bir makasın ucu ile oyulmuştu." -A. Gündüz. 2. Bir şeyin baş veya son noktası. 3. Bir şeyin kenarı:
"Kırk kişilik bir masanın bir ucunda, üç kişiyiz." -R. H. Karay. 4. Dış kenar, periferi. 5. Bir uzaklığın son noktası:
"İstikbal bu yolun ucundan bir güneş gibi doğuyor." -F. R. Atay. 6. Bir şeyin başı, tepesi. 7.
sf. Bir şeye gereğinden çok fazla bağlanan, önem veren, ekstrem. 8.
tar. Türk devletlerinde genellikle sınır boylarındaki eyalet ve sancak.