cihet is. Yön, yan, taraf:
"Pencereden gelen bu şehir seslerinin cihetini bile tayin edemiyordu." -P. Safa.
tali sf. (ta:li:) esk. İkinci derecede olan, ikincil.
taraf is. 1. Ön, arka, sağ, sol, üst, alt vb. yanların her biri:
"Apartmanın temizliğine azami dikkat edilecek, her taraf pırıl pırıl olacak." -E. Şafak. 2. Yön, yan, doğrultu:
"Deniz tarafındaki çayırdan bir sürü koyun geçiyor." -M. Ş. Esendal. 3. Yöre, yer:
"Üsküdar tarafındaki evlerin camları kor gibi parlıyordu." -H. Taner. 4. İstekleri, düşünceleri karşıt olan iki kişiden veya iki topluluktan her biri:
Karşı tarafın adamları. 5. Bir kişinin soyundan gelenlerin hepsi:
Baba tarafı zengin. 6. Bir şeyin belli bölümü, kısmı:
Tiyatronun ön tarafı konuklara ayrıldı. üst is. 1. Bir şeyin yukarı, göğe doğru olan yanı, fevk, alt karşıtı:
"Köyün üst tarafında, saman, taş ve yangın arasında, üstü sazlarla örtülmüş bir kulübenin önünde ateş yanıyor." -H. E. Adıvar. 2. Bir şeyin görülen yanı, yüzü:
"Bu sefer taşın üstünden inip yere oturdu." -M. Ş. Esendal. 3. Bir şeyin dış yüzü, yüzey:
"Ağzında lokmayı birdenbire yutmaya kıyamıyor, dilinin üstünde gezdiriyordu." -Ö. Seyfettin. 4. Giyecek, giysi:
"O günden sonra kapıya diktiği bir bekçiye iş çıkışları işçilerin üstlerini arattı." -L. Tekin. 5. Birine göre yüksek aşamada olan kimse, mafevk:
"Sonunda, üstlerinin de onayıyla bir sınav yapmaya karar verdi." -İ. O. Anar. 6. Vücut, beden. 7. Artan, geriye kalan bölüm:
"Bir liranın üstü olarak uşağın getirdiği yetmiş beş kuruşu masanın üstünden kaldırmaz." -A. Ş. Hisar. 8.
sf. Birkaç şeyden birbirine göre yukarıda olan:
"Kadınların beni böyle göz hapsine almaları yüzünden üst düğmelerimi gevşetemiyordum." -R. N. Güntekin. 9.
sf. Öte, arka:
"Ben onu Şehzade Camisi'nin üst yanında, sokak içi, eski ahşap bir evde tanıdım." -Y. Z. Ortaç. 10.
sf. Sınıflamalarda temel olarak alınan bir tipe göre ileri derecede olan:
Üst makam. Üst rütbedekiler. 11.
zf. Üzerinde:
Bugün üstümde bozukluk yok. yer is. 1.
gök b. Dünya. 2. Bir şeyin, bir kimsenin kapladığı veya kaplayabileceği boşluk, mahal, mekân:
"İzinsiz bir yere gitmek ne haddime?" -M. Ş. Esendal. 3. Gezinilen, ayakla basılan taban:
"Ayıp bir şey gördü mü kulaklarına kadar kızarıyor, gözünü yerde bir noktaya dikip öylece kalakalıyordu." -H. Taner. 4. Bulunulan, yaşanılan, oturulan bölge:
"Anadolu'nun bazı yerlerinde eski bir kocakarı itikadı vardır." -R. N. Güntekin. 5. Durum, konum, vaziyet:
Türkiye stratejik bakımdan önemli bir yerdedir. 6. Ülke. 7. Görev, makam:
"Askerden gelirse bakalım bir yere yerleştirebilecek miyiz?" -M. Ş. Esendal. 8. Önem:
Uçağın yurt savunmasındaki yeri. 9. İz. 10. Üzerine yapı kurulmaya elverişli arazi, arsa:
Deniz kıyısında bir yer aldılar, ev yapacaklar. 11. Ekime elverişli toprak parçası, arazi:
Çorak yerde ot bitmez. 12. Bir olayın geçtiği veya geçeceği bölüm, alan, mahal:
Toplantı yeri. Kaza yeri. 13. Otel, motel vb.nde kalınacak oda:
Yeriniz var mı? 14. Sinema ve tiyatroda veya taşıtlarda oturulacak koltuk, sandalye:
"Ön tarafta bir yer bulup oturunca kurnazlığına pek sevindi." -H. Taner. 15.
mec. Durum, konum:
Sen benim yerimde olsan ne yapardın? yön is. 1. Belli bir noktaya göre olan yer, taraf. 2. Bir şeyin belli bir noktaya baktığı yan, veçhe:
Binanın batı yönü. 3. Bir yere gitmek için izlenen yol, cihet, istikamet:
Bolu yönüne. 4.
mec. Tutulacak, izlenecek yol:
İşin ekonomik yönü.