alan is. 1. Düz, açık ve geniş yer, meydan, saha. 2. Orman içinde düz ve ağaçsız yer, düzlük, kayran. 3. Yüz ölçümü. 4. Eski Roma'da açık hava gösterisi yapılan geniş yer. 5.
mec. Bir çalışma çevresi:
"Sanat kapalı bir alan değildir; sanat eseri herkes için, bütün toplum için yaratılır." -N. Ataç. 6.
fiz. İçinde birtakım kuvvet çizgilerinin yayılmış bulunduğu varsayılan uzay parçası:
Yer çekimi alanı. Mıknatıs alanı. Elektrik alanı. 7.
sin. ve
TV Bir alıcı merceğinin net bir görüntü sağlayabildiği derinlik ve genişliğin bütünü. 8.
sp. Yarışmaların, karşılaşmaların ve oyunların yapıldığı yer, saha.
arazi is. (ara:zi) coğ. Yeryüzü parçası, yerey, yer, toprak:
"Kurulan heyet şehrin arka tepelerinde kondu kurulacak uygun bir arazi bulma işiyle görevlendirildi." -L. Tekin.
durum is. 1. Bir şeyin içinde bulunduğu koşulların hepsi, vaziyet, hâl, keyfiyet, mevki, pozisyon:
"Genel Sekreter, kazadaki sıtma durumu hakkında verdiğim uzun tafsilattan pek memnun kaldı." -R. N. Güntekin. 2. Duruş biçimi, konum. 3. Bireyin toplum içindeki ilişkileriyle belirlenen yeri. 4.
db. Ad soyundan kelimelerin birbirleriyle edatlarla ve fiillerle ilişkilerini belirleyen biçim, hâl:
Yalın durum. Belirtme durumu. Kalma durumu. dünya is. (dünya:) 1.
gök b. Güneşe yakınlık bakımından üçüncü gezegen, yer, yerküre, yer yuvarı, yer yuvarlağı, acun. 2. Dış, çevre, ortam:
"Biz dünyadan ayrı yaşarken dünya epey değişmiş." -H. C. Yalçın. 3. İnançları bir olan ülke veya insanlar topluluğu:
Batı dünyası. Doğu dünyası. 4. Meslek veya iş birliği içinde bulunma, camia:
Ressamlar dünyasında onun yeri ayrıdır. 5.
zm. Elgün, herkes. 6.
mec. Duygu, düşünce ve hayal âlemi:
"Köprüye kadar kendi dünyaları içinde ne tatlı, ne özlü konuşurlardı." -Y. Z. Ortaç.
görev is. 1. Bir nesne veya bir kimsenin yaptığı iş. 2. İşlev. 3. Resmî iş, vazife:
"Cavit Bey, görevi ona verdiği gün, Abdi Bey çok sevinmişti." -A. İlhan. 4. Bir kimseye veya bir kurula verilen özel amaçlı görev, misyon. 5.
db. Bir cümlede bir dil biriminin öbür birimlerle ilişkisi aracılığıyla yerine getirdiği iş. 6.
fizy. Bir organ veya hücrenin yaptığı iş. 7.
mat. Bir değerin başka değerlerle olan ilişkisi.
iz is. 1. Bir şeyin geçtiği veya önce bulunduğu yerde bıraktığı belirti, nişan, alamet, emare:
"Nihayet bir dönemeçte izlerin sahibini gördüm." -S. F. Abasıyanık. 2. Bir şeyin dokunmasıyla geride kalan belirti:
"Yüzünde birtakım diş ve tırnak izleri vardı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Bir olay veya bir durumdan geride kalan belirti, ipucu, emare:
Cinayet izleri. 4. Bir olay, bir durum veya yaşayıştan geride kalan belirti, eser:
O çağ uygarlığından iz kalmadı. 5.
mat. Bir düzlemin başka bir düzlemle veya bir doğru ile kesişmesinden doğan ara kesit.
konum is. 1. Bir kimsenin veya bir şeyin bir yerdeki durumu veya duruş biçimi, pozisyon. 2.
coğ. Yeryüzünde bir noktanın, enlem ve boylamların yardımıyla bulunan yeri, konuş. 3.
coğ. Bir şehrin uzak ve yakın çevresiyle her türlü ilişkisini sağlayan ve şehrin gelişmesini etkileyen coğrafi şartlarının bütünü.
makam is. (maka:mı) 1. Mevki, kat, yer:
"İnsan değil gökyüzündeki makamını şaşırarak yere inmiş bir melektir." -H. R. Gürpınar. 2.
müz. Klasik Türk müziğinde bir müzik parçası veya şarkının işleniş biçimi.
mekân is. (mekâ:nı) 1. Yer, bulunulan yer. 2. Ev, yurt. 3.
gök b. esk. Uzay.
önem is. Bir şeyin nitelik veya nicelik bakımından değeri olma durumu, ehemmiyet.
sandalye is. (sanda'lye) 1. Arkalıklı, kol koyacak yerleri olmayan, bir kişilik oturma eşyası:
"Sandalyelerimizden doğrulduk, el sıktık, yer gösterdik." -R. H. Karay. 2.
mec. Makam, koltuk, mevki:
"Bunların gençliğe karşı aldıkları vaziyeti ben biraz sandalye vehminden doğmuş telakki ediyorum." -H. E. Adıvar.
ülke is. 1. Bir devletin egemenliği altında bulunan toprakların tümü, diyar, memleket:
"Artık vatan toprağı, Rumeli'deki hudutlarından Anadolu'daki hudutlarına kadar yekpare bir ülke olmuştur." -Y. K. Beyatlı. 2. Devlet:
"Vicdan hürriyetine riayet eden tek ülke Osmanlı İmparatorluğu idi." -F. R. Atay. 3. Herhangi bir özelliği yönünden düşünülen bölge:
"Dünyanın gelişmiş, gelişmemiş ülkelerini tek tek geziyorum." -H. Taner.
vaziyet(I)
is. 1. Konum:
Kasaba coğrafi vaziyeti yüzünden lodosu, poyrazı pek az tutan bir limanda kurulmuştur. 2. Durum, tavır, hâl:
"Vaziyetimi söyleyiniz, hemen gelir beni kurtarır." -A. Gündüz.