çok sf. 1. Sayı, nicelik, değer, güç, derece vb. bakımından büyük ve aşırı olan, az karşıtı:
"Bana matematik çok kolay geldi." -F. R. Atay. 2.
zf. Aşırı bir biçimde:
"Biz çocuklar evimizi çok beğendik." -A. Kutlu.
dolu(I)
is. Havada su buğusunun birden yoğunlaşıp katılaşmasından oluşan, türlü irilikte, yuvarlak veya düzensiz biçimli saydam buz parçaları durumunda yere hızla düşen bir yağış türü:
"Dolu ekinlerini vurmuşsa bir yıl aç demekti." -T. Buğra.
dolu(II)
sf. 1. İçi boş olmayan, dolmuş, meşbu, pür, boş karşıtı:
Su ile dolu bir şişe. 2. Bir yerde sayıca çok:
Dağda keklik dolu. 3. Boş yeri olmayan, her yeri tutulmuş olan:
"Haftaya pazartesiye kadar bütün uçaklar dolu." -A. İlhan. 4. Boş vakti olmayan, meşgul:
Bugün doluyum. 5. Çok olan (iş, uğraş, olay vb.). 6. İçinde atılacak mermisi bulunan (top, tüfek vb. ateşli silahlar):
Tabanca doludur, dikkat edin. 7. Tornacılıkta delik açılmamış (gereç). 8.
mec. Bir duygunun güçlü etkisinde olan. 9.
is. esk. İçki doldurulmuş bardak.
iri sf. Olağandan daha hacimli, olağanı aşan büyüklüğü olan, ince karşıtı:
"Onun getirdiği kızarmış eti, şarabı, iri ve sulu elmaları acele yuttu." -Ö. Seyfettin.
kaba sf. 1. Özensiz, gelişigüzel yapılmış, zevksiz, sakil, ince karşıtı:
"Cebinden kaba fil dişi saplı bir de çakı çıkardı." -Ö. Seyfettin. 2. Taneleri iri:
Kaba çakıl. 3. Terbiyesiz, görgüsü kıt, nezaketsiz (kimse):
"Kaba, hantal, şivesiz bir sürü adamlar kafesinin önüne toplanırlar." -R. H. Karay. 4. Hafif olduğu hâlde kalın veya hacimli:
"Kaba bir yün döşekle temiz bir şilte, yastık yorgan buldum." -H. R. Gürpınar. 5.
is. Kuyruk sokumunun her iki yanındaki şişkin yer. 6.
mec. Terbiyeye, inceliğe aykırı, çirkin, kötü:
"Çocuklardan biri ağzından çok fena, çok kaba bir şey kaçırdı." -O. C. Kaygılı.
kalın(I)
sf. 1. Cisimlerde uzunluk ve genişlik dışında üçüncü boyutu çok olan (cisim), ince karşıtı:
"Alt katta her tarafın pencereleri kalın, sık demir parmaklıklarla örtülüydü." -H. R. Gürpınar. 2. Enli ve gür (kaş). 3. Yoğun, akıcılığı az olan:
Kalın bir sis tabakası. 4. Etli, dolgun:
"Dudakları kalın, yüzü ergenlik içinde..." -M. Ş. Esendal. 5. Pes (ses).
kalın(II)
is. hlk. Gelin olacak kıza erkek tarafından verilen para veya armağan, ağırlık:
"Babam senden çok mu istedi kalını?" -Halk türküsü.
kalın(III) Mayalı hamurun parçalara ayrılıp tandırda pişirilmesiyle elde edilen ekmek türü.
kesif sf. esk. 1. Yoğun:
"Karanlık, karın beyazlığıyla karışınca daha kesif, elle tutulur gibi bir şey oluyor." -N. Hikmet. 2. Saydam olmayan. 3. Sık, kalın.
koyu sf. 1. Yoğunluğundan dolayı güç akan, sulu karşıtı:
Koyu pekmez. Koyu süt. 2. Rengi açık olmayan, daha belirgin, açık karşıtı:
"Oturduğu yerden Boğaziçi'nin koyu mavi gecesinde bir balıkçı kayığı kayıp gidiyordu." -H. E. Adıvar. 3.
bl. Yazı karakterinin daha belirgin olarak yazılmış biçimi. 4.
mec. Aşırı (davranış, düşünce vb.):
"Daha eski zamanda koyu bir Türkçe taraftarıymış." -A. Ş. Hisar. 5.
mec. Derin, hararetli:
Koyu bir sohbet. sıkı sf. 1. Dar:
Sıkı bir kemer. 2. İyice sıkıştırılmış, doldurulmuş, tıkız, gevşek olmayan:
Sıkı bir denk. 3. Zorlu, güçlü ve etkili:
"En sıkı ve katı bir merkeziyet sistemi, bugün diğer faaliyet merkezlerini bloke edebilir." -B. Felek. 4. Dikkatli, titiz ve göz yummadan uygulanan:
"Ankaralılarla münasebetlerinde her zaman sıkı bir ahlak ve seviye kontrolüne tabi tutuldu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 5. İlkelerine çok bağlı, hoşgörüsü olmayan, katı. 6. Yoğun:
"Samsun'a geldiğimi ve kendisiyle daha sıkı temasta bulunmak istediğimi bildirdim." -Atatürk. 7. Cimri. 8.
zf. Sıkıca, iyice:
Sıkı giyinmek. 9.
is. Disiplin. 10.
is. Zorlayıcı durum:
Sıkıya gelmemek. Sıkıyı görünce kaçtı. 11.
is. Ağızdan dolma ateşli silahlarda, barut ve kurşunun üstünden namluya sokulup bastırılan bez ve kâğıt parçaları vb. şeylerin tümü:
"İlk sıkıyı babam attı." -S. Kocagöz. 12. Güçlü ve çabuk, hızlı:
"Karabalçıklı çiftliği, kasabadan sıkı yürüyüşle bir saat çeker." -R. N. Güntekin.
şişman sf. Deri altında fazla yağ toplanması sebebiyle vücudun her yanı şişkin görünen (kimse), şişko, mülahham:
"Şişman odacı sahanlıkta bir daha gözüktü." -E. E. Talu.
tombul sf. 1. Yuvarlak:
"Altı tombul, boynu ince boş likör şişesi, koltuğun dibinde duruyordu." -Ç. Altan. 2. Şişman, etine dolgun:
"İçeride tombul yanakları kızarmış, ter içinde tıknaz bir kadın kıvranıyordu." -S. F. Abasıyanık.