aksetmek (-den) (a'ksetmek) 1. Ses bir yere çarpıp geri dönmek, yankılanmak, yankı vermek:
"Aksetti uyanmış tepelerden sırasıyla / Dağ dağ o güzel ses bütün etrafı gezindi" -Y. K. Beyatlı. 2.
(-e, -den) Bir ışık veya bir şekil düz ve parlak bir yüzeye çarpıp orada aynen görünmek, yansımak:
"Bulunduğumuz yeri sarayın tek parça, geniş camlarından akseden avize ışıkları aydınlatıyordu." -R. H. Karay. 3. Evirmek, tersine çevirmek. 4.
(-e) mec. Ulaşmak, yayılmak, duyulmak:
"Zaptiye ve hafiye vakalarına dair havadisler bize, âdeta, efsaneleşmiş olarak aksetmez miydi?" -Y. K. Karaosmanoğlu.
bağlama is. 1. Bağlamak işi. 2. Üç çift telli olan ve mızrapla çalınan bir saz. 3. Yapılarda duvarları birbirine bağlayan kiriş, putrel vb. 4.
db. Ulama.
basmak (-e) 1. Vücudun ağırlığını verecek bir biçimde ayak tabanını bir yere veya bir şeyin üzerine koymak:
"Bastığın yerlerde güller açtı, sarıldı ayaklarına." -C. Külebi. 2. Küçük çocuklar ayakta durabilmek. 3. Bir şeyi, üzerine kuvvet vererek itmek:
"Motor çalıştıktan sonra debriyaja basarsınız." -H. E. Adıvar. 4.
(-i, -e) Sıkıştırarak yerleştirmek:
Peyniri küpe basmak. 5.
(-i) Bası işi yapmak, tabetmek. 6.
(-i, nsz) Örtmek, bürümek, kaplamak:
"Yollarını ot basmış, çamları yükselip saçaklarına el atmış olan bu büyük köşk." -M. Ş. Esendal. 7.
(-i, -e) Bir şey üzerinde kalıp, mühür vb.yle iz yapmak:
"Şuraya başparmağını bas dediler, ben de bastım." -S. F. Abasıyanık. 8.
(-i) Baskın yapmak:
"Ölen kızın intikamını almak için köyü basıp yakmış." -E. İ. Benice. 9.
(nsz) Bazı adlarla sertlik, aşırılık anlamlarında yardımcı fiil olarak kullanılır:
"Bir kahkaha basarak merdivenleri inmeye başladım." -S. F. Abasıyanık. 10. Bir kimse bir yaşa girmek:
"On dokuz yaşına yeni basmış, ürkek ve utangaç bir kızdım." -A. Erhat. 11.
(-i, nsz) Duman, sis vb. çevreyi kaplamak, çökmek:
"Şehri akşamüstü sis basmıştı." -S. F. Abasıyanık. 12.
(-i, nsz) Basınç yaparak sıvı ve gazları itmek:
Pompa bozulmuş, suyu basmıyor. Otomobilin lastiğine hava basmak. 13.
(nsz) Kümes hayvanları kuluçkaya yatmak. 14.
(-i) Uygunsuz vaziyette yakalamak. 15.
(nsz) mec. Bir şeyin etkisinde kalıp eziklik, üzüntü ve ağırlık duymak:
"Yüreğinin acısını duyuyordu. Sıkıntı basmış, terlemeye başlamıştı. İzin istedi." -Y. Z. Bahadırlı.
çalmak (-i, -e) 1. Başkasının malını gizlice almak, hırsızlık etmek, aşırmak:
"İngiliz cephesinden at kaçırıp bize satan bedeviler dönüşlerinde bizim atlarımızı çalıp İngilizlere satarlardı." -F. R. Atay. 2. Vurarak veya sürterek ses çıkartmak:
"Bir yandan mızıka istiklal havasını çalıyordu." -R. E. Ünaydın. 3. Bir müziği dinlemeyi sağlayan aleti çalıştırmak:
"Fevkalade zekidir; iyi dans eder, piyano çalar, tenis oynar, ata biner, avcıdır, kayakçıdır." -R. H. Karay. 4.
(nsz) Ses çıkarmak, ses vermek:
"Hafif hafif ıslıklar çalan sesi eski keskinliğini kaybetmiştir." -R. N. Güntekin. 5. Atmak, çarpmak, vurmak. 6. Yoğurt yapmak için sütü mayalamak, katıp karıştırmak:
"Ana, inek sağar; yoğurt çalar, yayık vurur." -T. Buğra. 7. Üzerine sürmek:
Ekmeğin üzerine yağ çaldı. 8.
(-i) Bozmak, zarar vermek. 9.
(-i) Kumaşın bir parçasını kesmek. 10. Madeni oymak, kalemle işlemek. 11.
(-e) Benzemek, andırmak:
"Geniş alınlı, kırmızıya çalar, kahverengi saçlı, altın dişli tuhaf bir delikanlı gülümsedi." -S. F. Abasıyanık. 12.
mec. Zamanı boşa harcatmak, ziyan edilmesine yol açmak. 13.
(-i) hlk. Süpürmek, temizlemek:
Tozu çalmak. çarpmak (-e) 1. Hızla değmek, vurmak:
"Eşiği aştım, içeri girdim, ortada duran uzun bir masaya çarptım." -A. Kutlu. 2.
(nsz) Etkisiyle birdenbire hasta etmek:
Güneş çarpmak. Kömür çarpmak. 3.
(-i) Varlığına inanılan bir gücün öfkesine uğramak:
"Yeşildirek'te yatan evliya hepinizi çarpar." -K. Tahir. 4.
(-i) El çabukluğu ile çalmak, dolandırarak elde etmek:
"Köprüden denizi seyredenlerin cüzdanını hep çarparlar." -B. Felek. 5.
(-i) Kurnazlıkla, zorla ele geçirmek:
"İhtiyarın üç aylıkları aldığı günler çıkagelir, allem edip kallem edip zavallının yarı maaşını çarpar kaçar." -H. Taner. 6.
(nsz) Kalp, hızlı hızlı vurmak. 7.
(-i, -le) mat. Biri çarpılan, öbürü çarpan denilen iki sayı verildiğinde çarpanı çarpılandaki birim kadar çoğaltarak
çarpım adı verilen bir üçüncü sayıyı elde etmek, darp etmek. 8.
(-i) mec. Çekiciliğiyle etkilemek, şaşırtmak:
"Güzel halk türkülerinde beni çarpan şey bunların hepsinin arkasında bir vaka, bir macera, nihayet bir insan bulunmasıdır." -B. R. Eyuboğlu.
çıkmak (-den) 1. İçeriden dışarıya varmak, gitmek:
"Ortalık ağarırken bir arkadaşımla yorgun adımlarla konaktan çıktık." -F. R. Atay. 2.
(nsz) Elde edilmek, sağlanmak, istihsal edilmek:
"Bu mülakatımızdan esaslı bir netice çıkmadı." -Atatürk. 3.
(nsz) Bir meslek veya bilim kurumunda okuyup yetişmek, mezun olmak:
"Çiçeği burnunda subay çıkar çıkmaz, ben size bir emir eri bulurum." -H. Taner. 4. Bulunduğu yeri bırakıp başka yere geçmek, taşınmak, ayrılmak, ilgisini kesmek:
"Yeni evimizden çıkıp eski evimize taşındık." -Y. Z. Ortaç. 5. Süresi dolduğunda ayrılmak:
Daireden çıkmak. Hastaneden çıkmak. Cezaevinden çıkmak. 6.
(nsz) Yapılmak, yürümek:
Bu dairede işler kolay çıkmaz. 7. Yetişecek ölçüde olmak:
Bu kumaştan bir palto çıkar mı? 8. Eksilmek:
Dörtten iki çıkarsa iki kalır. 9. Meydana gelmek:
"Uygunsuz dediğim vakalardan biri bir salon oyunu yüzünden çıkmıştır." -R. N. Güntekin. 10.
(nsz) Sıyrılmak, ayrılmak:
Bebeğin patiği çıktı. 11.
(nsz) Herhangi bir durumda olduğu anlaşılmak:
Borçlu çıkmak. Kârlı çıkmak. Alacaklı çıkmak. 12. Bir durumla ilgili niteliklerini yitirmek, bir durumdan başka bir duruma geçmek:
"Çok sonra öğrenecek bunu. Çok sonra, çocukluktan çıkıp kocaman adam olduktan sonra." -T. Dursun K. 13.
(-i) Bir şeyin yukarısına doğru yürümek:
"Uzun, dik merdivenli bir yokuşu çıktık." -R. H. Karay. 14.
(-de, nsz) Bir inceleme, bir araştırma sonucu bulmak:
Sularda bakteri çıktı. 15.
(-e) Yetkili birinin makamına iş için gitmek:
Başkana çıkmak. 16.
(-e) Talihine veya payına düşmek, isabet etmek, vurmak:
Arkadaşa piyango çıkmış. Bize yine gezi çıktı. Bu işten size de bir şey çıkar. 17.
(nsz) Bir konu yetkililerce karara bağlanmak. 18.
(-e) Mal olmak:
Bu ev dört milyara çıktı. 19.
(-e) Oyunda herhangi bir rolü oynamak:
"Arsız ve aptal mahalle çocuğu rolüne çıkmıştı." -B. R. Eyuboğlu. 20.
(-e) Bir yere ulaşmak, varmak:
"Karşı kaldırıma geçtiler, sağa sola saptılar, demir yoluna çıktılar." -M. Ş. Esendal. 21.
(-e) Karaya ayak basmak:
"1919 senesi Mayısının on dokuzuncu günü Samsun'a çıktım." -Atatürk. 22.
(nsz) Yayılmak, duyulmak:
"Başından beri gazetelerde enstitü hakkında havadisler çıkıyordu." -A. H. Tanpınar. 23.
(nsz) Olmak, bulunmak, var olmak:
"Bayramın son günü her iki kadının da işleri çıkmıştı." -O. C. Kaygılı. 24.
(-e) Bir iddia ile ortalıkta görünmek:
"Sen onun karşısına çapkın bir adam gibi çıktın." -P. Safa. 25.
(-den, nsz) Yayılmak:
Lağımdan pis kokular çıkıyor. 26.
(-e) Karşı gelebilmek, boy ölçüşmek:
Güreşte ona çıkacak kimse yok. 27.
(-e) Bulaşmak:
Kravatın boyası gömleğe çıktı. 28.
(-i) Binaya kat eklemek:
Evin ikinci katını çıkmadan havalar bozuldu. 29.
(-e) Bir sebeple bulunulan yerden ayrılmak:
"Bu kahveden sıkıldın, ötekine çıkarsın, anladın mı?" -M. Ş. Esendal. 30.
(nsz) Niteliği sonradan anlaşılmak:
"Eyvah, bu da ötekiler gibi soysuz çıktı. İstemem artık gözüm görmesin, soğudum, iğrendim. Atın evimden dışarı." -R. N. Güntekin. 31.
(nsz) Davranışta herhangi bir niteliği bulunmak:
Akıllı çıktı da arkadaşına uymadı. 32.
(nsz) Yerinden oynamak:
"Fukaranın hem sağ bileği çıkmış hem davulu patlamıştı." -R. N. Güntekin. 33.
(nsz) Görünür veya belli bir durumda bulunmak:
Tencerenin bakırı çıktı. Zayıflıktan kemikleri çıkmış. 34.
(nsz) Oluşmak, olmak:
Fırtına çıkmak. Soğuk çıkmak. 35.
(nsz) Piyasaya sürülmek. 36.
(nsz) Bitmek, büyümek, sürmek:
Ekinler çıkmaya başladı. Bıyığı çıktı. 37.
(nsz) Verilmek:
Maaş çıkmak. Emir çıkmak. 38.
(nsz) Ay veya mevsim geçmek:
Mart çıktı. Kış çıktı. 39.
(nsz) Yeni yetişip satışa sunulmak:
Erik çıkmış. Çilek daha çıkmadı. 40.
(nsz) Yükselmek, artmak:
Fiyatlar çıktı. 41.
(nsz) Artırmak, fiyatı yükseltmek. 42.
(nsz) Sesini yükseltmek. 43.
(nsz) Büyük abdest bozmak. 44.
(nsz, -den) Giderilmek, yok olmak:
Leke çıktı. 45. Unutmak:
O söz benim hatırımdan çıkmadı. 46.
(nsz) Ay, güneş görünmek:
"Hava açılmış, ay çıkmıştı." -R. H. Karay.
"Güneş seni ısıtmak için çıkıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 47.
(nsz) Yayımlanmak:
"Yeni çıkmış Fransızca bir iki kitap bulunurdu." -Y. Z. Ortaç. 48.
(nsz) Gelmek:
"Çok geçmeden haber çıkacağını kadınlık insiyakiyle derhâl sezmişti." -R. H. Karay. 49.
(-den) Gerçekleşmek:
"İnsanın her gördüğü rüya çıkmaz ya!" -M. Ş. Esendal. 50.
(nsz) Bulunduğu yerden fırlamak, kopmak:
Arabanın direksiyonu çıkmak. 51.
(-den) Bir şeyin düzeni bozulmak, eskisinden daha değişik, kötü bir duruma girmek:
Ev, ev olmaktan çıktı. 52.
(-le) Flört etmek:
"Sevim, senden başka bir kızla çıkmadım." -A. İlhan. 53.
(-e) Erişmek, görmek:
"Aklı başında ama sabaha çıkamayacağına kalıbımı basarım." -S. F. Abasıyanık. 54.
mec. Harcamak zorunda kalmak:
Paradan çıkmak. Bin liradan çıktım. 55.
(-i) argo Vermeye katlanmak:
Çık bakalım paraları! dayamak (-i, -e) 1. Yaslamak:
"Sol kolunu yürürken hep kalçasına dayardı." -Ö. Seyfettin. 2. Bir yerden, bir kimseden yararlanmak, güç almak:
"Kürekleri iskeleye dayayarak bütün hızıyla itti." -S. F. Abasıyanık. 3. Korkutmak için hızla, öfkeyle yaklaştırmak, uzatmak:
Mektubu gözüne dayadı. Bıçağı göğsüne dayadı. 4.
(-e) Varmak, ulaşmak. 5.
mec. Kalitesiz, kötü veya çürük bir malı, gizlice iyi olanların arasına katıp müşteriye satmak. 6.
(-e) tkz. Vakit geçirmeden, bekletmeden vermek:
"Tezgâha giden garson, önüme koca bir kadeh rakı dayadı." -O. C. Kaygılı. 7.
(-i) hlk. Kapı veya pencereyi ardına kadar açmak.
desteklemek (-i) 1. Destek koymak:
"Kapıyı ardından destekleyip varını yoğunu amcasının şerrinden koruyacaktı." -N. Hikmet. 2.
mec. Bir kimse veya kuruluşa yardım sağlamak, müzaheret etmek. 3.
mec. Arka olmak, arka çıkmak:
"Basında bizi destekleyen gazetecilerle görüştü." -A. Ümit.
dokunmak(I)
(-e) 1. Nesnelerin sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık vb. niteliklerini derinin altındaki sinir uçları aracılığıyla duymak, değmek, el sürmek, temas etmek:
"Bir elektrik zilinin düğmesine dokunduk." -A. Haşim. 2. Karıştırmak:
Bu kâğıtlara kimse dokunmasın. 3.
(nsz) Almak, kullanmak, el sürmek:
"Buğdaydan, bulgurdan ne varsa kimse dokunmuyor, daha zor günlere saklıyordu." -N. Araz. 4.
(nsz) Sağlığını bozmak:
Bu yemek bana dokunur. Bu hava dokundu. 5. İnsanın içine işlemek, duygulandırmak, etkilemek, koymak, batmak:
"Hiçbir gözyaşının bana onunkiler kadar dokunduğunu hatırlamıyorum." -R. N. Güntekin. 6. İlişkin, ilgili olmak, değinmek:
Eğitim konusuna dokunan bir yazı. 7. Hafifçe değmek:
Rüzgâr estikçe dal antene dokunuyor. 8. Onur, anlayış vb. ile uyuşmaz bir durum ortaya çıkmak:
"Erkekte pudra sinirime dokunuyor diyorum, anlamıyorsun." -P. Safa. 9.
mec. Tedirgin etmek, sataşmak:
"Bu karıncaya dokunmayan çocuk o kocaman adamın oracıkta pestilini çıkaracaktı." -S. F. Abasıyanık.
dokunmak(II)
(nsz) Dokuma işi yapılmak:
Halılar dokundu. girmek (-e) 1. Dışarıdan içeriye geçmek:
"Birlikte kiliseden içeri giriyoruz, ben topallıyorum." -A. Ağaoğlu. 2. Sığmak:
Elim bu eldivene girmiyor. 3. Katılmak, iltihak etmek:
"Bugün edebiyat imtihanına girdim." -Y. Z. Ortaç. 4. Almak, fethetmek:
"Ordularımız İstanbul'a girdiler." -M. Ş. Esendal. 5. İncelemek, ayrıntılara inmek. 6. Girişmek, başlamak:
"Kaçırdım gene ipin ucunu, bir türlü konuya giremiyorum." -N. Ataç. 7. Bulaşmak:
Koyunlara kelebek hastalığı girdi. 8.
(nsz) Zaman anlamlı kavramlar için gelmek:
İlkbahar girdi. 9.
(nsz) Ağrı, sancı başlamak, saplanmak. 10. Yeni bir duruma geçmek, dönüşmek:
"Göğün morlaşan kenarı eriyor, menekşe rengine giriyordu." -Ö. Seyfettin. 11. İyice anlamak, iyice bilmek. 12. Kavgaya tutuşmak. 13. Başlamak. 14. Erişmek, ulaşmak:
Yirmisine girdi. 15. Bir şeyin yapımında, birleşiminde yer almak. 16. Yazılmak, başlamak:
Okula girdi. 17. Yemek yemek.
görünmek (nsz) 1. Görülür duruma gelmek, görülür olmak, gözükmek:
"Kapıda Eda Hanım göründü ve ona hatır sordu." -P. Safa. 2. İzlenim uyandırmak:
"Bu, biraz daha inandırıcı görünüyor." -A. Kutlu. 3. Benzemek, görünüşünde olmak. 4.
mec. Azarlamak:
Çocuk pek azdı, biraz görünüver. 5.
mec. Gözdağı vermek.
isabet etmek1) nişan alınan yere değmek, rastlamak:
Kurşun hedefe isabet etti. 2) çıkmak:
Piyangodan yüz bin lira isabet etti. 3) yerinde iş görmüş olmak:
"O hâlde yalnız çıkmış olduğuma çok isabet etmiştim." -H. E. Adıvar. 4) belli bir yerde bulunmak, yer almak:
"Kapının yanına isabet eden ilk koltuktakinin tıraşı bitmişti." -Ö. Seyfettin.
kakmak (-i) 1. İtmek, vurmak. 2.
(nsz) Kakma yapmak. 3. Vurarak dar bir yere sokmak:
"Kimi duvarlarına renkli taşlar kaktı. Kimi bahçesine ağaç dikti." -L. Tekin.
kalp(I)
is. 1.
anat. Göğüs boşluğunda, iki akciğer arasında, vücudun her yanından gelen kanı akciğerlere ve oradan gelen temiz kanı da vücuda dağıtan organ, yürek:
"Bak ellerim nasıl titriyor, bak alnım nasıl yanıyor, bak kalbime nasıl çarpıyor." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Kalp hastalığı:
Kalpten öldü. 3.
mec. Sevgi, gönül. 4.
mec. Bir ülkenin, bir kuruluşun işleyiş, yönetim ve varlığını sürdürme bakımından en önde gelen yeri. 5.
mec. Duygu, his:
"İnsanı tekrar, kalp ve fikir cennetine eriştirebilecek tek kudret kadındır." -H. E. Adıvar.
kalp(II)
is. esk. Bir durumdan başka bir duruma çevirme, dönüştürme.
kalp(III)
sf. 1. Düzme, sahte, geçmez (para). 2.
mec. İşe yaramaz, tembel:
Kalp adam. 3.
mec. Yalancı, kendine güvenilmeyen:
"Kalp herifin biri bu..." -R. H. Karay.
koymak (-i, -e) 1. Bir şeyi bir yere bırakmak, belli bir yere yerleştirmek:
"Öteki elini doktorun omzuna koydu." -S. F. Abasıyanık. 2. Bir kimseyi işe yerleştirmek, birine iş sağlamak:
Bu işe kimi koyacağız? 3. Bırakmak:
İçeri kimseyi koymuyorlar. 4. Katmak, eklemek:
"Mal üstüne mal koymak için içi giden bir kişidir." -S. Birsel. 5. İmza, tarih, adres yazmak. 6. Uyulması gereken kuralları belirlemek, ortaya çıkarmak:
"Orduda yaşayan manevi kuvveti de meydana koyuyor." -R. E. Ünaydın. 7.
(nsz) Etkilemek, dokunmak:
Bu söz ona çok koymuş. 8. Bir şey veya kimse için kullanmayı belirlemek, ayırmak:
"Giderlerini iki ay içinde yerine koydu." -N. Cumalı. 9. Bırakmak, terk etmek.
öldürmek (-i) 1. Bir canlının hayatına son vermek:
"Öldüreceği, laf söyleteceği adamı diri diri fırına kor, gözünün önünde yakardı." -Ö. Seyfettin. 2. Bitkinin solarak kurumasına sebep olmak:
Susuzluktan çiçekleri öldürdü. 3. Çok üzmek:
"Ölüm bir eve girince sağ kalanları da biraz öldürüyor." -P. Safa. 4. Aşırı yormak. 5. Boşuna geçmek:
Bütün bir günü öldürdük. 6. Ölmesine yol açmak:
Bu adamı içki öldürdü. 7. Sağlığını bozmak, rahatsızlık vermek:
Bu hava bizi öldürüyor. 8.
mec. Yok olmasına, ortadan kalkmasına, azalmasına yol açmak:
Savaş birtakım sanayi kollarını öldürdü. 9.
mec. Etkisini ve gücünü azaltmak:
"Sırf kendi için okuyan, gezen, eğlenen bir aydın, kendini yaşarken öldürmüyor mu?" -H. Taner. 10.
mec. Bazı şeylerin diriliğini, tazeliğini veya sertliğini gidermek:
Soğanı tuzla ezip öldürmek. sokulmak (nsz, -e) 1. Sokma işine konu olmak. 2. Girmek:
Yorganın altına sokulmak. 3. Yanaşmak, yaklaşmak:
"Bazen de dayanamaz, yanına sokulur, saçlarını okşardı." -T. Buğra.
sürmek (-i, -e) 1. Yönetip yürütmek, sevk etmek. 2. Devam etmek:
"Yenilenmesine karar verilen Meclisin yetkileri, yeni Meclisin seçilmesine kadar sürer." -Anayasa. 3. Önüne katıp götürmek:
Koyunları sürmek. 4. Uzatmak, ileri doğru itmek:
"Kahveyi ısıtıyor, suyu dolduruyor, cezveyi sürüyor, fincanı boşaltıyor." -M. Ş. Esendal. 5. Dokundurmak, değdirmek:
"Yüzümü saçlarına sürmek için başımı eğdim." -H. C. Yalçın. 6. Oturduğu, bulunduğu yerden, ülkeden ceza olarak başka bir yer veya ülkeye göndermek, nefyetmek:
"Mütarekede İngilizler onu Malta'ya sürdüler." -Y. Z. Ortaç. 7. Bir maddeyi bir yüzey üzerine ince bir tabaka olarak yaymak, dökmek, serpmek:
"Avucuna doldurup kokluyor; ensesine, şakaklarına, boynuna sürüyor." -R. H. Karay. 8.
tic. Bir malı satışa sunmak, piyasaya çıkarmak:
"Satılamayan ne kadar bayat, bozuk mal varsa pansiyonerlere sürerler." -H. R. Gürpınar. 9. Yasal olmayan yolla piyasaya para çıkarmak. 10.
(-i) Herhangi bir durum içinde bulunmak:
"Dört duvar arasında bir memur hayat sürüyordu." -Y. Z. Ortaç. 11.
(-i) Pulluk veya sabanla toprağı işlemek:
"Öküzünün biri ölünce tarlasını süremedi." -Ö. Seyfettin. 12.
(nsz) Olmaya devam etmek:
"Baygınlığım ne kadar sürdü bilmiyorum." -A. Gündüz. 13.
(nsz) Zaman geçmek:
Çok sürmez, her şey düzelir. 14.
(nsz) Zaman almak:
"Her odanın ziyareti bir saat sürmüştü." -A. Haşim. 15.
bit. b. Bitki, ot yetişip ortaya çıkmak, bitmek, yeşermek:
"Bu gölgeli yerlerde otlar bütün bir yaz mevsimi yeniden yeniye sürer, rutubetli toprakta bir bir arkasına yoncalar fışkırır, çayırlar kabarırdı." -R. H. Karay. 16.
(nsz) Olağandan daha çok, daha sık ve sulu dışkı çıkarmak.
takmak (-i) 1. Bir şeyi başka bir yere uygun bir biçimde tutturmak, iliştirmek, geçirmek:
"Gözlüğünü takıp masaya eğildi." -R. H. Karay. 2.
(-e, nsz) Düğün vb. törenlerde takı armağan etmek:
Geline pırlanta yüzük takmışlar. 3.
(-i, -e) Ad, lakap koymak:
"Ona bu adı kim takmıştır, ne zaman takmıştır, bilemiyor." -H. Taner. 4.
(nsz) Kuşanmak:
Kılıç takmak. 5. Kendisiyle birlikte götürmek, yanına almak veya arkasından izletmek:
"Arabaya hafiye kıyafetinde polis memurları da takıyorlar." -Y. Z. Ortaç. 6.
(-e) mec. Biriyle olumsuz olarak uğraşmak. 7.
argo Borç bırakmak:
"Bu eve asilzadelerin biri girip öteki giderdi. Giden kirayı takar, gelen ortalığı kasıp kavururdu." -P. Safa. 8.
argo Önemsemek, önem vermek, tınmak:
"Dün koskoca bir mebus kızıyken, bir zamanların şalvarlı Nuriye'sini takar mıyım?" -A. Ağaoğlu. 9.
(-den, -de) argo Sınavını başaramamak.
uygulamak (-i) 1. Kuramsal bir bilgiyi, ilkeyi, düşünceyi herhangi bir alanda hayata geçirmek, tatbik etmek:
"Nitekim bilge bunu açıkça söylemekle kalmaz, tamı tamına uygular da." -N. Uygur. 2.
(-i, -e) Üst üste getirmek, üstüne koymak, tatbik etmek:
İki üçgeni birbirine uygulamak. yansımak (nsz) 1. Işık dalgaları yansıtıcı bir yüzeye çarparak yön değiştirmek, aksetmek:
Düz ve parlak yüzeylere çarpan ışık yansır. 2. Yer almak:
"Gazeteye yansıyan haber ağızdan ağıza geçerken açıklığını hemen hemen tamamen kaybetmiştir." -Halikarnas Balıkçısı. 3.
mec. Anlaşılmak, belli olmak. 4.
mec. Ulaşmak, duyulmak, yayılmak, aksetmek.
yaralamak (-i) 1. Silah, bıçak vb. bir araçla yara açmak:
"Kocaman bir bıçağı kuşağının arasından çıkarıp Seher'i böğründen yaraladı." -S. F. Abasıyanık. 2.
mec. Gücendirmek, incitmek, kırmak:
Gururunu yaraladılar.